28 Mart 2008 Cuma

Tiyatromatografim (bir amatörün seyir defteri)

Bugün ne günü kardeşim: "tiyatro günü" mü; "tiyatrolar günü" mü; "tiyatrocular günü" mü yoosa "kah çıkarım sahneye alem izler beni" haftası mı? Ne?
Önce buna karar verilmeli bence...

Tuubacıım gaza getirdi ben de kendi tiyatromatografimi şeettirdim:

1988
İzmir Erkek Atatürk Lisesin’de
Bahadır adlı arkadaşla “Zeki Metin” kabarelerini oynamaya karar verdik…
Ben tüm teksleri teypten dikte ettim… Zaati 90'larda kendini bilen her türk gibi ezbere biliyordum Haldun Taner üstadın kurduğu Devekuşu Kabere'nin oyunlarını…
- ne gibi
- at gibi
- hangi ata
- avuk-ata
- Her karıya ayrı laf mı bulucaz lan... Üç çift lafım var... Beğendiğini al, gerisi bana kalsın...
-Sutliyaç bu da bir ihtiyaç
- A ben adam geloor saoordum, meersem gidoormuş...
- Rıfkıı.. diş macununu böyle ortasından sen mi sıktın?
- Banyo'da amcama rastladın mı?
- Yoooo?
- O zaman ben sıkmışımdır..

- Balkonuma çöp attılar, camıma taş attılar, kızıma bok attılar.

- Kral babam, Çoban kocan, olur mu lan hayvan...

- Anan her boku bilir yavrum, yine neyi bildi?

- Evet minik KALABAK...


Metin: Bize de efes efes...
Garson: bira mı efendim?
Metin: yok beyefendeninki otel benim ki harabe!

Bilmem anlamadığımı
Anlatabilemiyor muyum?


88'bitmek üzre:
"Allah allah kabare oynayacağız" şeklindeki sevincimiz kursağımızda kaldı...
Müdür esefle ve şiddetle karşı çıktı…
1989
Ama aynı müdür, lisemizin 100. yılı vesilesiyle bişiler yapmamıza izin verdi... Hatta hatun kişisiz olmaz deyyu deyyu, bizi cennete yolladı:
Amerikan Kız Lisesi (İzmir) ile birlikte ortak bir oyun oynamayı düşünüyoruz…
İlk toplantıda onların tiyatro salonunda bulunan pianoya yaklaştım… Sadece başını çalabildiğim Beethoven’ın ay ışığı sonatını beyaz ve siyah fildişi tuşlara gömdüm… Herkes bana baktı… “akordu iyiymiş” diye salladım… Bu benim sahnedeki ilk rolüm… Bir piyanisti oynadım… Hem de dünyanın sayılı enstruman özürlü adamlarından biri, "ıslık bile çalamayan" ben başardım...
1990
Kel Alaka ama Marmara Diş Hekimliği fakültesine birinci girdim...
(Bu birinciliği de eklerim ya Allah kahretmesin! Sonuncu çıktığını da söylesene!)
Bugünün Radikal Sanat editörü, o zamanın sivilceli üniversite öğrencisi Cem Erciyes ile tiyatrolara takılmayı öğrendik... İlk özel tiyatro olarak Ferhan Şensoy'un "İstanbul'u satıyorum" u şimdiki Sadri Alışık tiyatrosunun bulunduğu o küçücük sahnede izledik (Ferhan Şensoy daha karşı sahnesine taşınmamıştı)
1991
İlk defa bi hatun kişisini oyuna götürdüm: Ferhangi Şeyler... Seneler sonra asıl aşkım beni bir oyuna çağıracak ve onunla Ferhan Şensoy'u ne kadar sevdiğimizi konuşcaz...
1993

Bir sürü not aldığım ajandalarımda en çok yurt yaşantısı üzerine notlar aldığımın farkına vardım... Yurt yaşantısı üzerine bişii yazmak istiyorum... Ne biliim, bir hikaye bir uzun metrajlı film senaryosu ya da bir tiyatro oyunu olabilir...

1994
Yazları Arabya kışları Talabeya olan Tarabya da bi öörenci evindeyiz... Eren'le, Kalenderin önünde (kalender meşrep olup) mehtabın doğuşunu izlerken, şarap içen doslara doğaçlama oyunlar oynuyoruz...
- Şaka maka asıl ayda ne biçim mehtap vardır di mi ama!
- Bakın oyunumuzun bu birinci perdesi... İkinci perdesine ise Zeki Kazması kustu!

1995
"Berduş" adlı oyunu yazdım...
Çok heyecanlıyım... Bir çok teks isteyen tiyatro sitesine gönderdim...
(Eş dost, kim okuduysa “Abi bunu sen diil Reşat Nuri Güntekin yazmış” falan diyor!
Yavvv ilk oyunum! Biraz Alaman Harbi yıllarını hatırlatsa da, naapabilirim ki!
Öyle gelmiş içimden…)

1996
Yurttan Sesler adında bir yurt trajedyasını bitirmek üzereyim...
1997
Diş Hekimcilik oynuyorum… Ama hastalarım bu rolümü sevmiş olmalılar…
Bana bayılıyorlar… (Ya da korkudan bayılıyorlar)

1998
Müzisyen Tunçay Korkmaz ile
(Aha bu anima adlı grubun bestelerini yapan Barış Manço kılıklı arkadaş




İki kişilik, müzikli bir sahne şovu hazırladık… Orda burada oynuyoruz… )








Bu ara Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi'ni tiyatro olarak biz iki diş hekimliği öğrencisi orda burada temsil ediyoruz... Çok ironik... Ertesi sene tiyatroyu daha ciddiye alan Hasan Hüseyin hocamız yönetiminde Midas'ın Kulaklarında Baş rol oynadım... O kucagübekli meşhuur midas benim... Bakın:
foto 1

foto 2
El İlanı:

Cumhuruyet Gazetesi Dergi'de çıkan haberimiz:



1999
Şehir Tiyatrolarından birkaç kişinin verdiği bir tiyatro eğitimine başladım
Bir ara Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmen i olan
Mazlum Kiper’le tanıştım… (muhabbetim de iyidir hani)
O oluşumun içersinde
TAV üyesi Yaşar Eyüboğlu’ndan Pandomim dersleri aldım
Figüratif olarak sahneye çıkmaya başladım…
Tiyatroya iyice sardırdım…
(Akmerkez’in en üst katındaki work-show’lara bile katılıyorum)
2000
Aynı zamanda kurucu üyesi olduğum Marmara Üniversitesi İletişim Oyuncularıyla
Beraber bir oyun çıkarmaya karar verdim…
Derlediğim,
“Sistemsizler” adlı kabareyi sahneye koydum… (Liseden beri azmettim ... 10 yıl sonra bir kabarede, hem de kendi kabaremde oynadım...)

İstanbuldaki galamızı Radikal Gazetesi günün izlenecekleri arasına koydu... Tabii Cem Erciyes sağolsun ... Hani İstanbul'da ilk tiyatroları arşınladığım dost...
İzmir Ege Üniversitesinden Giresun Tiyatro Festivaline kadar bir çok yerde oyun sahnelenmesi için mücadele ettim… Gençlik Günlerinde Fatih Reşat Nuri Güntekin sahnesinde çıkmaktan gurur duydum... Ne de olsa kalemimi ona benzetmişlerdi ...
(Oyun yönetmek ne zormuş onu öğrendim)
2001
Orta Oyunu Oyuncusu ve Karagöz ustası, Geleneksel T
ürk Tiyatrosuna büyük emek veren Alpay Ekler, Hüseyin Karadağ ve Ben üçümüz sokak çocuklarının yararına bir orta oyunu oynadık… Ben kavuklu arkası oldum…


2002
Yurttan Sesler adlı trajedyamı tamamen imha ettim... Ve ondan bir dizi senaryosu çıkardım...
( Aramızda kalsın bu dizi projesine hala yeni bölümler yazmaktayım…)

2003
Yurttan Sesler ile yazmaya karşı kendime güvenimi tekrar kazandım... Sekiz yıldır içinde bulunduğum mizah kulübünün etkisiyle yeni ve modern oyunlar yazmaya karar verdim… Halen 3 oyunumun teksti üzerinde çalışmaktayım…
Bankadaki Hayalet
Trieksiyon
Drajedya

2004
Yazı çiziden para da kazanılıyormuş... 1.5 yıldır sporvizyona yarım sayfa spor mizah yazıları yazıyorum...
Orada yazdığım yazı örneklerimi bir sitede topladım:
http://dtcibay.blogspot.com/
Biraz fason olarak yaptığım bu işi , sırf bir yazı disiplini oluşturduğu için devam ettirmekteyim.
Aslında futbolla çokta ilgilenen bir tip diilim… Mukadderat … Ben oyun yazmak senaryo yazmak istiyorum...


2005
12 Kasım 2005
Daha önce hikayeler anlattığım, benim gibi yazıya çizgiye de bulaşmış, iyi bir okurum, iyi bir dinleyicim beni bir oyuna davet etti... Mehmet Baybur'un ("tluoğlu" eklesek akrabam olcek) Kamyon adlı oyununa... İş hayatına gömülmüştüm... Civa kadar yoğundum... 15 yıllık aşkım tiyatroya soğumuştum... Nasıl ilaç gibi geldi anlatamam... İlacın etkisenden mi bilinmez (yoksa bu paylaşıma ilaç mı katılmıştı) beni bu oyuna davet edene (ilk defa bir hatun kişisi beni bir oyuna davet etmişti) ilgi duydum... Bu pamuk ipliğiyle bağlanan bağ, aylar geçtikçe ibşimlere yıllar geçtikçe büyük gemi halatlarına dönüştü.. ve bugün onunla evliyim...
Aha da herşeyin başlangıcı olan bilet:
2006
Polikliniklerde Tıp merkezlerinde gece gündüz çalışıp, tiyatromatografimin böyle gelişmesinin imkansızlığı üzerine derin felsefeye daldım ii mi?

2007
daha bitmedi yazooorum... ne gazmış...

27 Mart 2008 Perşembe

27 Mart Dünya Tiyatrolar Günü

Bundan 17 yıl önce tıfıl bi orta 3 talebesi ben sadece lisedekilerin oynadığı oyunda rol alabilmek için edebiyat hocasını ikna edemeyince işi okul müdürüne kadar götürüp kendimi tiyatro klübüne aldırtmıştım. Öğrencilerin içinde en küçük olmama rağmen Nezihe Aras'ın köy-kadın oyununda en yaşlı rolü, kaynanayı da kapmıştım. Bir 27 Mart öğleden sonrası Tiyatrolar Günü şerefine ilk sahne alışım işte bu oyunladır.

Her zaman istemişimdir konservatuara gitmeyi. Fakat hiç hayal ötesine geçirmedim bu düşünceyi. Çevremde herkes sağlam bi diplomaya sahip olduktan sonra bu " tip şeylerle " ilgilenebileceğimi ve hatta ne bok istersem yiyebileceğimi söylüyorlardı.

Üniversiteye girdiğimde ilk sene koştura koştura EÜTT (Ege Üniversitesi Tiyatro Topluluğu) çalışmalarına kaydoldum. Ee üniversiteyi kazanmışım, kısmen de olsa kendimi ispat etmişim. Hem artık başka bir şehirdeyim. Akşam eve geç kalma derdim yok çünkü evim yoktu, minik bi yurt odasında yaşıyordum. Çalışmalara gittim geldim, gittim geldim. Çok kalabalıktık, yönetmenin tiyatro anlayışı ile benimki çelişiyor gibiydi. Ben vodvil istiyordum, komedi istiyordum, realite istiyordum. Oyun Sevim Burak'tan olacak dediler. Gitmedim bir daha çalışmalara. Vicdani bahanem de vardı : "Dersler ağırlaştı."

Bundan sonra tiyatro hayatım bir sis perdesi içinde kendi çapında bir seyirci olmakla devam etti. Bir gün 12 Kasım 2005 için Kamyon adlı oyuna iki bilet aldım. "Tek başıma gitmem yahu nasılsa birisini bulurum beraber gidecek" diye iki tane bilet. Ona söyledim cık dedi buna söyledim işim var gelemem dedi. Çekine çekine Cihangir'e sordum. Benden kat kat daha fazla tiyatroyla uğraşmış, oyun yönetmiş, turnelere gitmiş biri olarak hayatında ilk defa bir hatundan "tiyatroya gidelim" çağrısı geliyordu. Tabi ki kabul etti. O gece aşık olduk birbirimize.....

Bundan tam bi sene sonra 2006 Thyke genel toplantısında "Okuma Tiyatrosu" yapalım diye ortaya bir fikir attı Ali Cengiz Hocam. Hoş öyle tatlı ve ustalıklı bir şekilde salondakileri avucunun içine almıştı ki başka bir şey söylese sanki onu da kabul ederdik gibi geliyor ya neyse.

Kısa bir zaman içinde çalışmalara başladık. Hepimizin motivasyonu yüksekti de hocanınki en yüksekti. Hadi biz kendi halinde bi E harfini kapalı ya da P harfini patlatmadan söyleyemeyen bir grup aklıevveldik ve kendimizi düzeltmeye niyetimiz vardı. Onun derdi neydi?? Dert değil de tiyatro aşkıydı sanırım.

Hazırlandık ve Bir Fok hikayesi adındaki bir fabl ile çocuk oyunu sahneledik bir Haziran günü. Bu arada belirtmeliyim ben sanırım yaş-rol konusunda bir sorun yaşıyorum. Orta okulda Kaynana, 30 yaşında Kelebek rolü kaptım netekim.

Bu kadar lafın kısası bu da benim 27 Mart Tiyatrolar günü yazım olsun. Herkesin günü kutlu olsun. İçinizdeki tiyatro sevgisi hiç dinmesin.

17 Mart 2008 Pazartesi

Yalnızlık zor zenaat be kardeş.

insan sevildiğini nasıl hisseder? ve yalnız olmadığını...


haftasonu biraz koşturmacalı ve de kalabalık geçmiş olsa da ben bu ikisini düşündüm.


cumartesi günü sabahın bir köründe cihangirin ölü köpek bakışlarının göğsümü delmesini engellemeye ve onun da gönlünü almaya çalışarak annemi, yiğenlerimi ve ablamı görmeye koştur koştur zablama gittim. giderken bir insan evladının bir ya da bir kaç kişiyle görüşmeye ya da bir organizasyona gitmek için fazladan enerji harcaması yerine neden kıçını yayıp da elinde kumandayla zappidi zuppidi televizyon seyretmez diye düşündüm:

- abllaaa?? (bişi söyleyecekle soracak arası bi çığrış)
- efenim? (anlayışlı, sevecen, tam bir abla "efendim"i)
- insan sevildiği yerde olmak istiyo biliyo musun. (sanki çok derin bir buluş yapmış gibi)
- evet sevildiği, dinlenildiği,
- önemsendiği, muhabbetle karşılandığı yerde
- kendisini kabul edenlerin yanında evet. (kolumu sıkıp "iyi ki varsın"ı hareketleriyle de göstererek)
- evet. (canım benim anlıyosun sen beni)

sonrası da farklı değildi bu muhabbetin. kurtarılmış bir zamanda, günlük kelimeleri kullansak da dünyayı unutturan, kahve soğutan ve bana ilaç gibi gelip şükrettiren 2 saat geçirdik.

ertesi gün meziyet annemin doğumgünü için onlara gidecektik zaten ama kendisi rahatsızlanmıştı. hemşireyi aldık, serumu unutmadık derken yanına vardık da şok olduk. yorgunluktan bitap düşmüş, yatak döşek bembeyaz yatıyor. babam, anıl ve kürsat yanında. serum verdik. yüzüne kan geldi. oturduk cevresine. bıdır bıdır konuşurken de serumu dikizliyoruz nasıl akıyor mu diye. sanki akmıyor gibi diye işkillenip de hava girsin diye devamlı enjektör takıp, çıkartıp duruyoruz. yalama yaptık ama sonunda işe yaramadı. anıl ve cihangir şişeye birer çizik bile attılar asetat kalemiyle de ne kadar gittiğini anlayacaklar (bilimsel kardeşler). sonunda cihangir başka bir hastabakıcı getirdi, sorunun serumdan değil pıhtılaşmadan olduğu ortaya çıktı. annem serumu 15 dakkikada iç etti:)

tüm bunlar olurken annemin yüzüne kan geldiğinde, kafayı doğrultup da "kasedi takın" dedi. 1982 senesinin bir çarşambasından yurtdışında çalışan babama gönderilmek üzere kaydedilmiş, annemin konuşmalarını, 1,5 yaşındaki anılın çekingen kelimelerini ve ilkokul öğrencisi cihangirin yanardağları hararetli hararetli (aynen bugün sevdiği bir filmi, bir espri anlatır gibi) anlattığı bir kaset. anılın dıgıldamalarından bir yorum yapmak mümkün değil ama cihangirin şimdiki tok sesi yok. meziyet annemin sesi bugünkü gibi.

ama hüzünlü bir tonu var sesinin.

çok hüzünlü.

çünkü kocasından 15 gündür haber alamamış. ne mektup ne telefon.

arada kayıt kesiliyor. annemin bu sefer cıvıldayan sesi yankılanıyor. hüzün dağılmış sesinden de mutluluk gelip yerleşmiş. ahmet babam aramış çünkü...

akşam saat 8de cihangirin yine bir dünyamız kayıdı var. saat 10da da annemin sesi. çocuklar yatmış, el ayak çekimiş ve annemin sesi yine hüzünlü.. yalnız, tek başına!!!

üç kayıtın sahibi da aynı gün içinde aynı kişi fakat benim içim çok burkuldu. ağlamamak için zor tuttum kendimi. tanrım neler yaşamış bu kadın tek başına iki çocukla.. hep aynı evin içinde, maddi zorluklarla baş edip iki erkek evlat yetiştirmek, bırak kendisini görmeyi dokunmayı sesini bile duyamadığın bir kocayı beklemek.

bu kadar sene sonra kocası, çocukları tamamen yanında meziyet annemin. hatta kocası bir kırık "ahmett" seslenişinde hemen başında. artık yalnız değil. allah hiç yalnız bırakmaz inşalla..